ÜNİVERSİTE DAVAMIZ; Batı Türkiye’nin kılcal damarlarına kadar girmeyi nasıl başarıyor?
Türkiye’nin yükseköğretim hayatı 42 yıldır askeri darbenin kalıntısı olan 2547 sayılı mevcut YÖK Kanunu tarafından belirleniyor, şekillendiriliyor ve denetleniyor. YÖK Yasası defalarca değiştirilmeye teşebbüs edildiyse de her seferinde sonuçsuz kaldı. Türkiye’de plansız Yüksek Öğretim, üniversitelerin toplumdan kopukluğu; bilim ve araştırmada topluma öncü hale gelememesi hep tartışıldı. Son zamanlarda ise diplomalı işsizliğin tavan yapması ve mesleki eğitimden kaçış konusu tekrar gündemde.
Çözüm önerilerine gelince gerçeklerden uzak yüzeysel yaklaşımlar havada uçuşmaktadır. Asli sorunların dile getirilememesi, çözüm konusundaki gerçek ve kök sorunların görülememesi çözümü geciktiriyor.
Yıllardır takip ettiğim, bu konularda gerçek sorunları çözümleri ile birlikte sunan birisi var: Osman Çakmak. Fikirlerini cesurca dile getirmekten çekinmiyor. Siz değerli MAARİF DAVAMIZ okuyucuları için kangren olmuş kronik sorununu ele aldık.
Soru: Uğur Canbolat
Cevap: Prof. Dr. Osman Çakmak
Konu üniversite olunca en başta YÖK’ün , 12 Eylül askeri darbesinin üniversiteleri kışla hâline getirmek isteyen mantığının bir ürünü olduğunu çoğu kez unutuyoruz. Öyle değil mi?
-Evet, kesinlikle.. YÖK, aynı zamanda bir anayasa sorunu. Her şeyden önce YÖK sisteminin üniversitelerde çalışanla çalışmayanın bir tutulduğu sürdürülemez bir yapı ortaya çıkardığını ifade ile konuya başlayalım.
Türkiye’de eğitimde değişim teşebbüslerinin başarısız olmasının arkasında ihtilal dönemlerinden kalma yasalar bulunduğunu unutmayalım. Eğitimle ilgili önemli yasaların neredeyse tamamının olağanüstü dönemlerde çıkarılmış olduğunu hatırlayalım..
Mesela, 1960 ihtilalinden sonra 1961 yılında İlköğretim ve Eğitim Kanunu, 1971 muhtırasından sonra 1973 yılında Milli Eğitim Temel Kanunu, 1980 ihtilalinden sonra 1981 yılında Yükseköğretim Kanunu çıkarıldı. Bütün bu kanunlar, darbe dönemlerinin zehirli meyveleri olup; dışarıdan hazırlanmış ve dayatılmıştır. Bu yasal engelleri kaldırılırsa, üniversiteler kendi doğal gelişiminin önü açılmış olacaktır.
Konuyu biraz açabilir miyiz?
Elbette. Örneğin öğretim üyesi profesörlüğü aldıktan sonra elini eteğini araştırmadan çekiyor. Halbuki bir öğretim elemanı en verimli çağa profesörlük makamına gelince ulaşmış oluyor. Türkiye’de akademik unvanların veriliş kriterleri vizyon ve misyonsuzluğu ve birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik ediyor. Akademik terfilerde toplumsal hizmetler yerine hali hazırdaki münferit yayınların esas alınması ile öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğunu pekiştirilmektedir.
YÖK sistemi akademik potansiyeli atıl hale getirmek için tasarlanmış intibaı veriyor.
-Hâl böyle olunca üniversitelerimizden insanımıza kalkınma ve gelişme için hatırı sayılır bir fayda ortaya çıkmıyor. Üniversitelerimizde var olan güçlü potansiyeli halka taşıyacak mekanizmalar çalıştırılmayınca bu potansiyel âtıl kalıyor.
Ülkemizde bazı lise ve üniversitelerin prestijleri üst seviyede tutuluyor. Bunu nasıl görüyorsunuz?
-Gerçekçi değildir. En zeki gençlerin bu okullara girmek için can atması sağlanmaktadır bu şekilde. ABD, bu okul mezunlarına burs vererek kendisine çekmektedir. Böylece gençlerimizi devşirilmektedir. Türkiye’ye dönüşlerinde önemli yerlere getirerek Türkiye’yi böylece yönetilmektedir. Ülkemizde hükümetlerin neden ülke problemlerine bir türlü yeterli derecede çözüm bulamamasına buradan bakmalıyız.
Türkiye’de mutlu olmayan ve gözü dışarıda olan öğrenci profili doğurmaktadır. Zaten istenen bu. Tâ ki beyin göçünün arkası kesilmesin. ABD ve Batı’nın Türkiye’nin kılcal damarlarına kadar girmeyi nasıl başarıyor? İşte bu şekilde. Yani Türkiye’yi yönetecek aydınları yetiştireceği eğitim kurumları ile.
Bir de bu okulların yabancı dille eğitim yapması meselesi var. Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
-Bu konudaki mahzurları en güzel dillendiren ve bunu bir dâvâ olarak sürdüren kişi merhum Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu oldu. O şöyle diyor;
“Eğer bir milletin okulunda o milletin çocuklarına o milletin öğretmenleri fizik, matematik, hatta tarih, coğrafya gibi dersleri İngilizce veriyorsa, o okullara Türk okulu denmez, İngiliz misyoner okulu denir.” Kendisine tamamen katılıyorum. Şöyle sürdürüyor sözlerini: “Yabancı dille eğitim üzerine ve bunun mahsurları üzerine Amerika’da bile eğitimciler tarafından yazılmış birçok kitap var. O adamlar kendi kitaplarında bile ‘Böyle bir şey yaparsan çocuklar düşünemez hale gelir, beyinleri durur’ diyorlar.
Nitekim bizim memlekette 1953’ten beri ne kadar okumuş varsa o kadar fazla düşünce kabiliyeti kalmamış, dumura uğramış vardır. Böyle bön bön bakıyor. 30 kere anlatıyorsun, hâlâ anlamıyor. Bir takım sloganlar söylüyor, başka bir şey söylemiyor. Bu hâle getiriyorlar. Maksat hiçbir şey öğrenmesinler. Burada bir sürü İngiliz hamalı yetişsin.”
Oktay Sinanoğlu Hocanın bu tespitlerini niçin bu kadar değerli buluyorsunuz?
-Evet. Bu sözü söyleyen sıradan birisi değil. Dünyanın önde gelen bir bilim adamı. Dünyanın en seçkin bilim araştırma ödüllerini almış. Kuantum kimyası ve moleküler biyoloji alanında bir dev kendisi. Buluşlarının büyük çapından dolayı 26 yaşında kendisine profesörlük ünvanı verilmiş, dünyanın en genç yaşında profesör ünvanına sahip olmuş… Amerika’nın ve Batının taklidi üniversite geleneği ile elit ve seçkin bir üniversite haline gelmenin mümkün olamayacağını söylüyor. Yabancı dille eğitimle kendi kültürünüzden uzaklaştığımıza dikkat çekiyor.
Kendi kültürünüzle yetiştiğinizde büyük düşünebileceğinizin altını çiziyor. O takdirde ancak mucit insanlar, büyük sanatçılar ve bilim adamları çıkarabileceğinizi hatırlatıyor.
Dünyada ilkleri tarihte biz yaptık… Ancak bizim ders kitapları bunlardan bahsetmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Üniversite mânâsını da üniversite eğitimini de ortaya koyan bizleriz. Daha önce Üniversite anlamında eğitim yoktu. Batı üniversite tecrübesini bizden öğrendi. Mesela Oxford (öküz kalesi) üniversitesi… Konya’daki Karatay Medresesinden kopyadır. Hem bilimi hem de doktora sistemini bizden alıp adam yetiştirme, çırak-usta usulüyle öğretmiştir. Büyük düşünmek için önce kimlik kazanmanız gerekir. Dahası bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkabiliriz. Ortaçağda bilimin kurucuları bizim eğitim kurumlarımızdan çıkmıştı. Batıda Rönasans buradan doğdu. Dünyanın bir numaralı bilim tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin’in çalışmalarından bu gerçekleri rahatlıkla öğrenebiliriz.
O halde bilimin yerli ve millileşmesinden bahsedilebilir, öyle mi?
-Evet. Aklı başında ülkeler işe önce bilimi millileştirmekle başlıyorlar. Örneğin Ruslara bakalım. En basit bir örneğini vereyim. Newton Kanunu’nu bile Newton Kanunu ve prensibi diye ders kitaplarına almamışlar. “Newton-Chelowski Kanunu” diye ad vermişler. Böylece fiziği “milli” ve “yerli” hâle getirmeye çalışmışlar. Kendi ülkesinden bir ismi yanına koymuşlar.
Böyle yapmakla kendi insanına şunu demek istiyor: Bizim kültürümüzde de böyle buluşçu insanlar var. Hâlbuki Batı, bilimi Müslümanlardan alırken o insanların ismini söylemedi.
Burada bir aşırma söz konusu o zaman…
-Evet, Müslümanların isimlerini eserlerine yazmadı. Kopernik’in buluşları aslında İbn-i Şatır’dan aşırmadır. Bize geçerken, Kopernik’in yanında İbni Şatır’ın da ismi yer almalıydı. Leonardo Da Vinci’nin buluşlarını El-Cezeri’den aşırdığına dair belgeler var. Mühendislik dehası El-Cezeri’den 250 yıl sonra gelen Da Vinci’nin aynı şeyleri çizmesi tesadüf olabilir mi? Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda Fransızlar Descartes ve Pascal’ı, Almanlar Leibniz’i, İngilizler de R. Bacon’ı öne sürseler de bunu ilk ortaya koyan Cezerî’dir. İlim dünyasına sunan ilk araştırmacı odur. Aynı zamanda ilk sistem mühendisi, ilk sibernetikçi ve elektronikçi ve bilgisayarın babasıdır Cezerî.
Bizim kitaplarımız bilgisayarın babası olarak İngiliz matematikçi Charles Babbage öne sürer. Bizim fizik ve mekanikçilerimiz, “Isı etkisiyle haberleşerek denge kurma” sisteminin, ilk olarak J. Watt’ın 1780’de regülatörün keşfiyle başladığını zanneder. Fakat bunun da yine Cezerî’ye dayandığı, onun meşhur eseri Kitabü’l-Hiyel’de açıkça görülür. Böyle daha yüzlerce örnek var. Bunlar denizden damladır. Bilim dünyamızın da eğitim dünyamızın da Fuat Sezgin’in çalışmalarından haberi yoktur. Milli Eğitim ve YÖK yetkilileri Fuat Sezgin’in çalışmalarına sahip çıkamadı.
Bizim kitaplarımız niçin Batı ile aynı dili kullanıyor?
Tüm bu olaylar Batı merkezli sömürü düzeninin dünya üzerinde yaygınlaşmaya başladığı 18. Yüzyılda eşzamanlı ve koordineli olarak gelişti. Şöyle düşündüler: Biz kültürü, eğitimi bilimi, medeniyeti, savaşmayı, ticareti Müslümanlardan öğrendik. Ancak onlara müteşekkir olmak zorunda değiliz. Milletlerin şükran borcu yoktur, ancak çıkarları vardır.
Dünya algısını temelinden değiştiren bu akımın doğması için bir grup felsefe bilim adamlarının yoğun çalışmaları oldu. Bunlardan Alman felsefecileri Immanuel Kant (1724- 1804 ) ile Wilhelm Hegel (1770 -1831) öncü role sahiptir. Kant’a kadar insanlar şöyle düşünüyordu: Allah bu âlemi bir düzen içinde yaratmıştır. İnsanlar âlemi Allah’ın yarattığı bu düzene uygun olarak algılıyorlardı. Kant ve Hegel başta olmak üzere bir çok Batılı filozof bu anlayışı değiştirmek için çalışmalar yaptı. Kant Nesneleri inşa eden ben isem, geçmişi de inşa edebilirim, tarihi yeniden yazabilirim dedi. Benzer şekilde Hegel, Batı’nın diğer milletler üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran bir düşünce sistemi geliştirdi. Bunun üzerine gerçekler baştan sonra saptırılarak tarih yeniden yazıldı. Mesela Hegel, Outlines of the Philosophy of Rights adlı eserinde de yer aldığı gibi Kâinatın şuurunu gerçekleştirenler her zaman hâkim bir millet olur demektedir. Böyle bir millet her türlü manipülasyonu yapma hakkına sahiptirler. Çünkü güçlüdür ve onları Tanrı seçmiştir, yaptıkları her şey meşrudur. Vakti geçmiş toplulukların tarihte yer almasına gerek yoktur.
Bu mantığa göre Batı (Avrupa- Amerika) merkezli uydurma bir tarih anlayışı inşa edildi.
-Evet. Bilimin ve medeniyetin kurucuları ; Batıda aydınlanmanın kaynağı olduğu halde İslamlara bu yeni tarih anlayışında yer verilmedi. Tarih, doğrudan Eski Yunan’a ve Roma’ya bağlandı. Yeni tarihte gerçekler teryüz edilmektedir. Bilindiği gibi 19. Yüzyıla kadar, Batıda öğretilen tarih, ders kitaplarından Hz Muhammed öncesi ve sonrası diye iki döneme ayrılıyordu. 18. Yüzyılda İngiliz kraliyet ailesinin himayesinde hazırlanmış 44 ciltlik tarih ansiklopedisinin 20 cildi islam tarihini anlatır (Universal History from the Earliest Account of Time). Bu eserin Fransızca adı Histoire Universell (125 cilt, Paris 1780) olup aynı temadadır. Bu anlayışını eseri olarak mesela 18. Yüzyılın başlarına kadar bir İngiliz aydını siyeri bilmek zorunda idi.
Ortada bilim ve çağdaşlık adına yapılmış büyük bir manipülasyon ve saptırma var. Bu durum bizim kendi üniversite anlayışını yeniden inşa etme ve Batıdan ithal YÖK sistemini bırakma ihtiyacını şiddetle gösteriyor.
YÖK ve Üniversite reformu diye yola çıkacaksak, bir kere medeniyet adına, modernlik adına bize yutturulan ne varsa gözden geçirerek yola çıkmamız lazım. Öyle değil mi? Peki, şimdiye kadar öyle bir çıkış oldu mu?
– Zaten YÖK ve Üniversite reformlarının eğitim reformlarının başarısız olması ve netice vermemesinin altında bu sebep var. Bu yüzden MEB ve YÖK yap – boz sil baştan tahtasına döndü. Bilim diye önümüze konulan her şeyin “bilimselliği” ve “bünyemize uygunluğu” araştırarak yola çıksaydık, mesela Newton’un yanına bizim tarihimizden bir isim verebilirdik.
Örneğin Nasiruddin et-Tusi ve İbni Sina gibi. Mikrobu ilk bulan Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemsettin’dir. Bizim ders kitaplarımız mikrobun mucidi olarak Pasteur’u okutur. Hâlbuki bunları ortaya çıkaran bilim adamları var. Mesela Fuat Sezgin… Bilimin kurucularının Müslüman bilim adamları olduğunu, Avrupa’nın bilimi gerçekten İslam dünyasından ve Müslümanlardan öğrendiğini dünyaya ispat etti.
Yapılması gereken nedir şu halde?
-Bilim tarihini Fuat Sezgin’in ortaya koyduğu şekilde, okullarımızda doğru tarih dersi vermeye başlayabilmeliyiz. Okullarımız artık gerçek bilim tarihi ile tanışmalıdır. Mevcut müfredatın pompaladığı o aşağılık komplekslerinden ancak doğru tarih dersleri ile kurtulabilir eğitim sistemimiz. Böylece gençlerde düşünce ufku genişleyecek ve insanımızda uykuya yatmış girişimcilik ruhu şahlanacaktır. El-Kindi, Einstein’dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır.
Behram Kurşunoğlu, Einstein ile çalışmış. Onun eksikliklerini tamamlamış bir bilim adamı. Ders kitaplarımızda Einstein’in teorilerinin yanına El-Kindi’nin ve Kurşunoğlu’nun ismini ilave edebilirdik. Hatta Matematikçi Bor’un Einstein’in eksikliklerini tamamlayan, yanlışlarını düzelten çalışmalarını da unutmayalım.Röntgen Almanya’da bulundu, ama ilk uygulaması Türkiye’de yapıldı. Röntgen’in yanına daha iki yıl sonra buluşu hayata geçiren doktor ismini vermek yanlış mı olur? Buluş kadar buluşu uygulamaya geçirmek de önemlidir. Belki daha önemli.
Üniversitelerde liyakat sistemine gelelim. Birçok çağrılar yapıldığı halde dışarıdaki yetkin hocaları Türkiye’ye çekemiyoruz. Bunu nasıl açıklarsınız?
– Liyakati esas alan milli üniversite düzeni kuralım o zaman göreceksiniz ki dışarıda çalışmak zorunda kalan çaplı hocalarımız bir bir yuvaya döneceklerdir. Hiç şüpheniz olmasın. Sinanoğlu çapında büyük bilim adamları neden bizim üniversitelerde yer bulamadı? Bakın Nejat Veziroğlu hidrojen enerjisi üzerine projesini Türkiye’de ayağa kaldırmak istedi, Bir başlangıç yapıldı. Sahip çıkan kendisine dönüş yapan olmadı. Geri döndü.
Hâlbuki o hidrojen enerjisinin dünyada bir numaralı adamı idi. Oktay Sinanoğlu, nice buluşların sahibidir. Üstelik kitaplarını Türkçe yazmıştır. TÜBİTAK’ın kurucuları arasında yer alır. İngilizce eğitimi ile Batı’nın kuyruğu olması demek üniversitenin bitmesi demek olduğunu bildiğinden mücadele içinde oldu. Sinanoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesinde çalışmalara başlar.
Sonuç ne oldu peki?
-İyi değil sonuç. Başlar başlamasına, ama başına ne çoraplar örülür. Oktay Sinanoğlu, moleküler biyolojide, fizik ve matematik alanında büyük buluşların sahibi. Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümünde çalışırken bölümde maruz kaldıklarını “Türk Aynştaynı” adlı kitabında anlatır. Kendisi türlü türlü tacizlere maruz kalmış.
–Üniversiteler YÖK sistemi sebebi ile cadı kazanına çevrildiğini mi söylemek istiyorsunuz?
-Aziz Sancar, Oktay Sinanoğlu ve Nejat Veziroğlu gibi çapta hocaların Türkiye’ye gelip çalışmalarının nedeni budur. TÜBİTAK ve YÖK çağrılar yapıyorlar, destekler veriyor, dışarıdaki bilim adamı ve araştırmacılara. Ancak büyük ölçüde yankısız kalıyor. Kimse huzursuz edileceği ortamda çalışmak istemeyecektir.
Gazeteci Yusuf Kaplan “Epistemik kölelik biçiminin tek başarı kriteri olarak kabul edildiği bir akademiden bir Gazâlî, bir İbn Haldun, bir Sinan, Itrî yetişir mi? diye soruyor. Medeniyetimiz üzerinde kafa yoran mütefekkir ve gazeteci yazar Yusuf Kaplan’ın bu hususlardaki görüşlerini nasıl buluyorsunuz?
-Çalışmalarını çok değerli buluyor ve dikkatle izliyorum. Kaplan bu sorusunda, çok haklı. Devamında “Bunları geçtik, bir Kant, bir Hegel, bir Mahler yetişir mi?” şeklindeki sorusu da can alıcı. Amerika’nın işte bu epistomolik köleliğin devamı için ülkemizde ihtilaller yaptığını söylüyor. Masonların Sabatiyistler gibi Mason güçler yetiştirmediğini, “Epistemik köleliğin” sürmesi için senden tarafı Truva atı FETÖ gibi “Gizli Haçlı Güçleri” yetiştirdiğini önemle belirtiyor. Dolayısıyla köleliğin sürdürülmesinde en etkin vasıtanın akademi ve üniversite olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani YÖK, sömürü düzeninin etkili bir parçası hâline mi getirildi diyorsunuz?
-Evet, bende Sayın Kaplan gibi düşünüyorum. Türkiye YÖK sistemi sebebiyle bilimsel varlığına sahip olamamaktadır.
-Biraz daha açmak mümkün mü? Biz neden kolaycılığa kaçıyoruz? Neden karşılığı olmayan tez ve projelerle uğraşıyoruz?
Batılı ülkeler, doğuda Çin ve Japonya bilimsel varlığı dışarıya transfer edilmesin diye kontrol sistemleri koyarken bizler adeta bilimsel ihraç için çabalıyoruz. Bakın, gerek Batı üniversite modelleri olsun gerekse Japonya ve Kore’nin üniversite sistemleri olsun gördüğümüz şudur: Hocaların performansı bilimsel yayınla değil, toplum sorunlarına bulduğu çözümler, uyguladığı eğitimin kalitesi ve yetiştirdiği öğrencilerle ölçülür.
Oysa biz çok iyi biliyormuşuz gibi, “yurt dışı” yayını, yayın kriterinde yurt içi yayından çok daha yüksek puanla ödüllendiriyoruz. Bu kendimizi inkâr gibi bir ucubedir. Aklı başında ülkeler tüm hatları ile bilimsel çalışmaları gerçek sorunlara odaklı (sınai, ekonomik, kültürel) yürütürler. Değil yüksek lisans ve doktora, lisans tezleri bile sektörün gerçek problemlerinden alınır. Japonlar, Çinliler patentleri çoğunlukla kendi dilleri dışında bir dille yayınlamıyorlar ve patent yayım dili PDF değil JPEG olarak seçiliyor. Bu ülkelerde toplumsal karşılığı olmayan projelere devlet para vermiyor.
Düşünün ki siz on binlerce bilim adamı yetiştirmiş olun ve onlar size değil de yabancıya hizmet etsin. Türk firmalarına değil de Avrupa ve Amerika firmalarına çalışsın. Olacak iş mi bu?
– Bu düzeninin kaldırıldığını düşünün! Ülkemizin on binlerce bilim adamı her biri bir köşede memleket dertleri ile dertlenecek ve bu dertlere çözüm üretecek. Çünkü bilimsel ve teknolojik bulguları ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürme yeteneği ancak üniversitenin öncülüğü ile gelişebilir. Bilimle kalkınma devrinin önü ancak bu şekilde açılabilir.
Tüm tez ve projeler firmaların ve şirketlerin, devletin/ülkenin sorunları ile ilgili hale geldiğinde gördüğümüz şu olacak: Her sahaya buluş ve yenilikler yağmaya başlayacak. Dünya markalarımız boy boy kendini gösterecek. Katma değerli ürünlerle ekonomi kırılgan yapıdan, dışa bağımlılıktan kurtulacak
Üniversiteler Batının yüklenicisi durumunda mı yani?
-Evet, öyle. Türkiye üniversiteleri böylece Batının taşeronu hâline getirilmiştir.
1980 ihtilalinden sonra Anayasadan önce YÖK üniversite yasasının hazırlanmasını manidâr değil midir?
– Sonuç olarak şunu söylemeliyim. Üniversitelerimizin memlekete faydalı hâle gelmesi için öncelikle YÖK sisteminin kaldırılması gerekmektedir. Bu çok önemlidir.
–Peki, madem söz buraya geldi, gelelim çözüm bekleyen üniversite problemlerine…
-Plansız yükseköğretim SOS veriyor. Üniversite mezunu işsizlik tavan yapmaya başlamış durumda. Bunun sorumlusunu ve çözümünü bulmalıyız her şeyden önce. Öyle değil mi? Üniversite mezunları iş bulamıyorsa ve plansızlık varsa, üniversiteler ürünlerini çürüğe çıkaran bir fabrika gibi çalışmış oluyorlar. Her şeyden önce bu plansızlığa bir çare bulmalıyız.
-Bu kadar mı?
-Hayır. 4+4+4 zorunlu lise eğitimi ülkemiz için büyük bir talihsizlik oldu. Artık gençleri köyde tutmak imkânı kalmadı. Tarım ve ziraat bu yüzden kan kaybediyor. Mesleki eğitime yönlendirmenin bulunmayışı artan talepten dolayı üniversitelerin sayısı artıyor. Üniversite mezunlarına ülkenin ihtiyacı yok. Çocuklarınızı üniversitelere gönderip hayatlarını karartmayın çağrısında bulunuyorlar işverenler. Sanayici esnaftan sürekli duyduğumuz söz: “Çırak bulamıyoruz“. Hangi işverenle karşılaşsanız nitelikli ara işgücü bulamamaktan şikâyet etmektedir. Bu konuda acil çözümler geliştirmelidir.
Plansızlık var dediniz. Buna karşı yapılması gereken ne olmalı?
-Haddinden fazla kontenjan açılmış. 4 yıllık programlarda sayı azaltılmalı ihtiyaç kadar bırakılmalıdır. Türkiye Almanya kadar nüfusa sahip olmasına rağmen 3 veya 4 kat daha fazla öğrenciye sahip bulunuyor. Öğrencinin mühendis olacağına 2 yıl okuyup tekniker olması ülkemiz için daha avantajlıdır
Bilgisiz, donanımsız, çözümleme yapamayan bir mühendis olup işsiz kalacağına veya asgari ücretle çalışacağına ihtiyaç duyulan donanımlı ve yetkin bir teknisyen ya da tekniker diploması ile çalışmak daha iyi değil mi? Mesleki eğitimi kolaylaştıracak ve cazip hâle getirecek, itibarını artıracak yasalar süratle devreye sokulmalı.
İnsanların lise ve üniversite çağından sonra bir meslek sahibi olmaları zor. Öğrencilerin çoğunluğunun daha lise çağında en az bir mesleği öğreneceği şartları hazırlamak için nasıl bir yol takip edilmeli?
Lise mezunu bile çırak vb. olarak çalışmayı gururuna yediremiyor. Daha konforlu işler bekliyor. Halbuki herkesi “konforlu” işlerde istihdam etmeye imkân yok. -Bu mesleki eğitimi işlevli kılmakla mümkün olacaktır. Meslek lisesini okuyan kişilerin üniversite düşüncesinden ziyade, iş kollarında başarılı bir kariyer yapmasını sağlayacak ortamı oluşturmalıyız ki öğrenci daha başlangıçta üretkenlik duygusu içine girsin ve hazıra konma zihniyetinden kurtulsun.
Mesleki Eğitimde Avrupayı örnek aldığımızın kocaman bir yalan olduğunu; Avrupa’nın sömürge ülkelerine uyguladığı modelleri uyguluyoruz diyorsunuz yazılarınızda. Bunu örnekle açıklar mısınız?
– Daha geçen gün Fransa “Bakelorya sistemine” dair bir haber okumuştum. Haberde sınavın test değil, açık uçlu yorum-komposizyon soruları ile yapıldığı anlatılıyordu. Devamında 700 bin öğrencinin sınava girdiği belirtiliyordu. Bizde üniversite giriş sınavı olan YKS‘ye üç milyonu aşkın öğrenci giriyor. Halbuki Fransa’nın nüfusu Türkiye’ye yakın. Fransa’da öğrenci çoğunluğu mesleğe yönlendirildiğinden liselerde üniversitede okuyacak kadar lise öğrencisi var. Yani ciddi bir planlama var.
Araştırma amaçlı kaldığım Almanya, İngiltere’de eğitim sistemlerinin ülkemizdeki ile benzer tarafı yok. Danimarka ve İsveç gibi İskandinav ülkelerin de eğitim sistemlerini inceledim. Bu gibi ülkelerde eleme daha lise öncesi yapılıyor. Avrupa’yı örnek aldığımız ve tanıdığımız koca bir yalan. Avrupa’yı yanlış tanıyor ve yanlış taklit ediyoruz. Öyle olsaydı böyle BAKALORYA sınavı gibi BİTİRME sınavlarımız olurdu.
-Sohbetimiz burada sona eriyor. Ezberleri bozan bir keyifli ve verimli bir söyleşi oldu. Bu sohbete ekleyeceğiniz son şey ne olurdu?
Okumasından ve dinlemesinden zevk aldığım şiirlerden birisidir Sakarya Türküsü. En çok da son iki mısrası hoşuma gider.
“Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..”
Üstad şair Necip Fazıl son iki mısrada Sakarya’nın şahsında milleti yeni bir dirilişe çağırır. Bu son mısrada yer alan Sakarya kelimesi yerine Üniversiteyi koyalım. Evet, üniversite ayağa kalkarsa milletçe ayağa kalkabiliriz. Üniversite demek ilmin gücü demektir. Çağımızda güç ve kuvvet ilmin elinde.Kendi kültürünüzle yetiştiğinizde “büyük” düşünebiliyorsunuz. Böylece kendi toplumunuza faydalı hale gelebiliyor, mucit insanlar, büyük sanatçılar çıkarabiliyorsunuz. Kendi milli üniversitenizi kurabiliyor ve dünya çapında üniversitelerinizle var oluyorsunuz.